Gizem/ gerilim ve polisiye edebiyatın genç ve başarılı isimlerinden yazar Aras Gençtürk ile suç edebiyatını, polisiye edebiyat ve okur ilişkisini konuştuk. İyi okumalar.
Yazarlık sürecinizde ilham kaynaklarınız nelerdir? Suç ve gerilim türündeki eserlerinizde hangi yazarlar, kitaplar ya da filmler sizi etkiledi?
Tabii ki aklınıza durduk yere bir fikir gelebilir ve siz onu süsleyip ortaya harika bir eser çıkarabilirsiniz. İlham genel olarak böyle algılanıyor. Bence daha farklı. İlham -adı, tınısı bambaşka da olsa- çalışmak demek benim için. Bir fikir bulmaya gönüllü olmak, sürekli düşünmek ve farklı kurgu alternatiflerini değerlendirmek. Zorlamak değil ama asla. Arada ince bir çizgi var. En çok gizem unsurunun iyi kullanıldığı eserlerden etkileniyorum açıkçası. Polisiye, gerilim olmasına gerek yok. Merak ettirsin, beni içine çeksin yeterli. İsim vermem gerekirse Sezgin Kaymaz ve Carlos Ruiz Zafon diyebilirim. İki yazarın da eserlerini okurken kendimi kaybettiğim oluyor. Hayran olunacak isimler.
Eserlerinizde suç ve adalet kavramlarını nasıl ele alıyorsunuz? Adaletin her zaman tecelli etmediği durumlarda okurlarınıza ne mesaj vermek istersiniz?
Çok acı maalesef ama adaletin gerçek hayatta sıklıkla tecelli etmediğine şahit oluyoruz. Bir ilahi adalet arıyoruz böylece. Daha doğrusu diliyoruz. O kavram da bizim aklımızın ermediği şekilde çalışıyor; göremiyoruz, duyamıyoruz. Belki de bu yüzden olacak ben bu kavramlar üzerinde yoğunlaşmak yerine işi basite indirgiyorum. Kitaplarımda doğru da oluyor yanlış da. Doğruyu yorumlamak, yanlışın boyutuna karar vermek gibi kısımları okura bırakıyorum. Akıllı okur işin içinden alınacak bir mesaj varsa alır. Açıkçası yok. ‘Ben şu toplumsal meseleler üzerinde yoğunlaşacağım, bunu yazacağım,’ diyen bir yazar değilim. Dosya hazırlarken böyle keskin bir amaçla yola çıkmanın -en azından benim için- yaratıcılığı kısıtladığını, kurguyu öldürdüğünü düşünüyorum. Ancak geriye dönüp baktığımda kitaplarımda bazı sıkıntıları kustuğumu görebiliyorum. Metin içinde kendini belli ediyorlar. Bunlar genelde ‘insan’ sıkıntısı oluyor. Bir coğrafyayla sınırlı kalmayan türden. Bu demek değil ki memleket meselesini irdelemiyorum. İlk kitabımda bambaşka bir kurgunun içinde özgür olmayan basından söz ediyorum. Kızmıyorum, ama bunların daha çok fark edilmesini isterdim. Sanırım ‘en çok ben memleketi konu alıyorum’ demek yazmaktan daha marifet.
Suçlu ve mağdur karakterleri yaratırken psikolojik derinliği nasıl sağlıyorsunuz? Bu karakterlerin zihin dünyalarını ne kadar derinlemesine araştırıyorsunuz?
‘Kim?’ sorusunun cevabını duymak heyecanlandırır, evet; ama ‘Neden?’ daha çok merak edilir. Ona cevap vermek için de insanları iyi tanımak, gözlemlemek, psikolojiyi biraz da olsa anlamak lazım. Şanslıyım ki psikoloji hep ilgimi çekmiştir. Bu konuda çalışmalar yapıyorum. Sadece kendi başıma değil, destek aldığım profesyoneller de oluyor. Karakteri yaratma sürecine gelirsek, orası daha zor. Her zaman mükemmel bir denge yakalayamayabiliyorsunuz. Bazen karakterinizin tek bir hareketi iç dünyasını direkt olarak yansıtmasına yetiyor. Kendime kapılmamak için dosyayı tekrar tekrar gözden geçirmekte buluyorum çözümü.
Anti-kahraman veya gri karakterler oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz? Bu karakterleri yazarken dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Belki her gün yanımdan yöremden kendi hikâyesinin anti-kahramanı olacak kişiler geçiyor ve ben fark etmiyorum. Son derece gerçekler çünkü, tıpkı diğer insanlar gibiler. Hayatın akışının içinde varlar.
Belki kısa bir cevap olacak ama ben karakterin her türlüsünün gerçekçi olması gerektiğine inanıyorum. Birini diğerinden ayırmak için yazar mücadele etmemeli.
Adettendir sorulur, kimdir; Aras Gençtürk? neler yapar?
Çoktan 30’larını yaşamaya başladığını hâlâ idrak edememiş, yazar kimliğiyle gurur duyan, merak ettiğini kafaya takan ve kafaya takmanın öğrenmenin en önemli motivasyonu olduğuna inanan biriyim. Yazıyorum, okuyorum ve tüm olumsuzluklara rağmen sevdiklerimle hayatıma daha çok sevgi katmaya çalışıyorum. He bir de kendini anlat dendi mi tıkanıyorum. :)
Hikayelerinizde adalet sistemi veya polis teşkilatı gibi resmi kurumları ele alırken ne kadar gerçekçi olmaya çalışıyorsunuz? Gerçek dünya ile kurgu arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Rahmetli büyük usta Celil Oker’in de dediği gibi bu bir uydurma işi. Okur yazdığınızın gerçek olmadığını biliyor. Yine de dünyanıza girmek, yarattığınıza inanmak isteyerek kitabınızı alıyor. Bunu ona vermelisiniz. Tabii bu demek değil ki kitlesel olayları -sanki sizin dünyanız gerçek hayatın ta kendisiymiş gibi- kurguladığınız metinde vereceksiniz. Hayır. Sizin dünyanız başka olsun. Başka, ama gerçek! Ne bileyim yeni bir polis teşkilatı kurun mesela. Sizin dünyanıza özel olsun ve sadece sizin kitaplarınızla devam etsin ama gerçek hissettirsin. Okura vadettiğinizi verin. Tüm mesele bu. Kısacası buradaki ana kural bence samimiyet. Yine de elbet birileri çıkacak; bu tarihte şu olmuştu, kitabında yok diyecek. O onların sorunu.
Türün geleneksel yapısını korumanın mı yoksa yeni anlatım teknikleri denemenin mi daha önemli olduğunu düşünüyorsunuz?
Son kitabımın editörü, arkadaşım Mete’nin kulakları çınlasın, ben yeniye ve farklıya daha yakınım. Bu konuda başka görüşlerin olması son derece doğal. Konu burada yine samimiyete geliyor. Eğer okura geçiyorsa, işiniz iyiyse, en alışılagelmedik teknikler bile -yine bence- mübah.
Okuyucuyu şaşırtan sonlar yaratmak sizin için ne kadar önemli? Beklenmedik olaylar veya ters köşeler oluştururken hangi unsurları göz önünde bulunduruyorsunuz?
Okuru oyalamak, başka yere yönlendirmek, tabiri caizse bir illüzyon yaratmak kabul edilebilir bence. Zaten bu iş biraz da o. Siz yazar olarak asıl gerçeği okurdan saklayacaksınız ve merak ettireceksiniz ki kitabınız okunsun. Ancak burada çok önemli bir nokta var ki o da okuru göz göre göre kandırmamak. O zaman üzülüyorum. Misal, kitabın sonunda katil tesadüfen ortaya çıkıyorsa bir sorun var demektir. Ters köşeler, beklenmedik sonlar tabii ki çok lezzetlidir; ama ‘oluru’ yoksa zorlamamak, kitabın kurgusuna zarar vermemek gerektiği kanaatindeyim.
Günümüz teknolojisinin suç ve gerilim hikayelerine nasıl entegre edilebileceğini düşünüyorsunuz? Teknoloji, modern suç hikayelerinde nasıl bir rol oynuyor?
Doğrudan yeni suçlar türüyor. Yeni suçlarla birlikte eski suçlar da boyut değiştiriyor. Örnek olarak hırsızlığı alalım. ‘Teknoloji’ ile bağlantılı türlü cins hırsızlık düşünebilirsiniz. Dolayısıyla bu da yeni metinler, yeni konular demek. Faydası bu. Zararı da aslında yine yazarlara. Özellikle her köşede bir kamera olması artık bu türde kurgu üretenler için zorlayıcı. Ancak onu da fırsata dönüştürüp, hiç akla gelmemiş kaçışlar, oyunlar üretmek mümkün.
Tuzak ve Kâbus kitaplarınızdan sonra son romanınız ‘Geçmiş Günahların Bedeli’ okuyucu ile buluştu. Son kitabınızda okuyucuyu ne bekliyor?
Geçmiş Günahların Bedeli his olarak Kâbus’a daha yakın. Okuyanın -hatta konuyu duyanın bile- ‘Nasıl olur?’ diyeceği çok şey var içinde. Bu merak demek, gerilim demek ki benim de ana amacım o. Okurumu germeyi, heyecanlandırmayı umuyorum. Bunu başarırsam ne mutlu bana. Ana karakterim Cumhur İstanbul Kadıköy’de ikamet ediyor. Derdi tasası pek yok. Yaş ilerledikçe biraz kafaya takmış sadece; acaba çöküyor muyum diye. Onu düşünüyor, soruyor, sorguluyor. Sonra akıl erdiremediği olaylar başlıyor.
Gerisi kitaba kalsın…
Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?
Öylesi bir güç için fazla faniyim… ama sanırım ‘ağzı var dili yok’ canlar için kullanırdım hakkımı.
(SERKAN SELİNGİL)