4 Aralık 2024, Çarşamba

Şenay Şentürk Sancaktar: ‘Yazarak özgürleşiyorum’

2 Aralık 2024, Pazartesi 06:39

     


Yazar Şenay Şentürk Sancaktar ile konusu Bulgaristan’daki Türklerin yaşadıklarını  anlatan Bitmeyen Kış kitabı ile Mutsuz Evlerden Önce kitabını, edebiyatı ve yazarlık öyküsünü konuştuk. İyi okumalar.

Yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı?

Kendimi bildim bileli okuyorum. Yazmanın yolu da çok okumaktan geçiyor. Yetenek de önemli elbette. Çocukluğumdan bu yana iyi bir konuşmacı olmadım ama yazmaya her daim meraklıydım. Akademisyen-yazar olan eşim de yazmam için beni teşvik etti, cesaretlendirdi. Kendimi en iyi yazarak ifade edebiliyorum. Yazarak özgürleşiyorum. Gerçek kimliğimi kurgularda gezinerek yeniden keşfe çıkıyorum. Bu büyük bir lüks. Varoluşsal bir olgu.  Edebiyat, varlığımı her hikayede yeniden inşa ediyor. İnsanların çokça bahsettiği fakat başaramadığı kendiyle yüzleşebilme cesaretini, karakterlerimin yardımıyla gösterebiliyorum. İçimden benim bile bilmediğim bir çok ben doğuruyorum. Her doğan ben olmuyor elbette ama birlikte ehlileşiyoruz, isyan ediyoruz, kavga edip, barışıyoruz. Bunu yapabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Yazmaya başlarken bunun bir heves olduğunu sanıyordum. Geçmediğinde hayat yolculuğum olduğunu anlamdım.

Bitmeyen Kış" ve "Mutsuz Evlerden Önce" kitaplarınızda, toplumsal sınıf, aile yapıları ve bireysel mücadeleler gibi konuları derinlemesine ele alıyorsunuz. Bu tür temalar, sizin toplumsal meseleler ve birey arasındaki ilişkiye dair bakış açınızı yansıtıyor mu?

Elbette. Toplumdan bağımsız herhangi bir sanat olsa olsa tatsız bir yemek olur. “Bitmeyen Kış” Bulgaristan’da Türklere ve Müslümanlara  yönelik uygulanan  beş yıllık karanlık dönemi ve sonrasında Türkiye göçünü, gerçek olaylardan hareketle yazdığım tarihi bir roman. Benim için yazması kaçınılmaz bir çocukluk trajedisiydi. Çok okudum, araştırdım, insanlarla söyleştim. Sonunda konu ile ilgili tez yazacak kadar bilgi sahibi olmuştum. Gerçek insanların hikayesini yazmak bir sorumluluk da yüklüyor. Bu sorumluluk, sadece mağdur olanı değil, istemeden iktidarlar tarafından manipüle edilen “suçlu” olduğu varsayılan tarafın da sorumluluğunu kapsıyor. Okurların kitabımla ilgili ortak yorumu, konuyu objektif olarak işlediğim yönünde. Bu da beni çok mutlu ediyor. “Mutsuz Evlerden Önce” öykü yolculuğumun ürünü. Dergilerde yayımlanan bir çok öyküm olsa da benim için çok yeni bir heyecan. Hepimiz kendi yolculuğumuzda bir çok öykünün kahramanıyız. Dolayısıyla sekiz öykünün kahramanı da toplumun çeşitli sınıflarından bireyler. Kendileri, aileleri, iş yaşamları kısaca hayatla mücadelelerinin öyküleri. Hepimiz gibiler. Çok tanıdıklar.

Kadın karakterlerinizi yazarken, kadınların toplumdaki rolünü ve karşılaştıkları zorlukları derinlemesine ele alıyorsunuz. Kadın yazar olarak bu temayı seçmenizdeki özel bir neden var mı?

Öykülerimdeki karakterlerin yarısı erkek. Özellikle kadın temalı hikayeler seçip yazmadım ya da öncelik vermedim. Feminizmin edebiyattaki varlığı elbette çok değerli fakat ben dosyamı sadece bunun üzerine kurmadım. Benim için kısıtlayıcı olurdu. Eril ve dişil özellikler bireylerde sanıldığı kadar net çizgilerle ayrılmıyor. Özellikle metropollerde ikisi birbirinin içinde gezinip duruyor. Benim karakterlerim, “Kimsesiz Anneler Saati” ve “Nereye Böyle” dışındaki öykülerde net çizgilerle cinsiyetçi yaşayan kişiler değil. Ne erkekler çok baskın, ne de kadınlar geride duruyor bana göre.

Sizi tanıyabilir miyiz? Şenay Şentürk Sancaktar’ın olmazsa olmazları neler? Kimleri okur? En sevdiği huyu ve sevmediği huyu ne?

Bulgaristan göçmeni bir ailenin ilk çocuğu olarak İstanbul’da doğdum. Trakya Üniversitesi İktisat Bölümü mezunuyum. Üniversite bitince İstanbul’a geri döndüm ve çeşitli şirketlerde çalıştım. Eşimin işi nedeniyle bir ara İzmit’te bulunduk. Onun dışında hayatım İstanbul’da geçti. İstanbul’dan ayrılmayacağım da muhtemelen. Bu da ister istemez yazdıklarıma yansıyor diye düşünüyorum. Kırsalda geçen hikayeler düşlesem de yazmaya pek cesaret edemiyorum. Dezavantajlı bir durum.

Hayatta olmazsa olmaz dediğim “Kahve” dışında hiçbir şey yok. Hayat bir yolculuk, yol biter, bazen değişir, bazen devam eder. Önemli olan yola devam etmek.  Çağdaş öykü yazarlarını elimden geldiğince takip ediyorum. Okumadığım neredeyse yok gibi. Romanları da ötelememeye çalışıyorum, roman bağımlısıydım aslında, öykü yazmaya başladıktan sonra ister istemez daha fazla öykü okumaya başladım. Öykü kitaplarının arasına muhakkak birkaç tane roman sıkıştırıyorum, çok seviyorum. En’lerim yok benim. Özel olan yazarlarım var. Aslı Erdoğan gibi. Keşke yeniden yazmaya başlasa.

Huylarım değişebiliyor, değişmeyen ve sevdiğim şey çalışkanlığım. En sevmediğim huyum aceleci olmam. Hiçbir şeyi beklemeye tahammülüm yok. Oysa edebiyat geniş zamanlarda beklemek üzerine kurulu.

Duygusal yoğunluğu yüksek kitaplar yazmak, duygusal açıdan sizi zorladığı zamanlar oluyor mu?

Kurgu yazmak, hele edebi değeri yüksek kurgu yazmaya çalışmak başlı başına sancılı.  Çok heyecanlı bir sancı bu. Doğurup, kurtulmak da istemiyorsunuz. Bir süre birlikte yaşamak ve sonlanacağını bilerek, etkileyici bir son vadetmek kolay iş değil. Sadece duygusal değil, fiziksel sancıları da peşine takıyor zaman zaman.

Hayatınızda sizi kalemi elinize alıp yazmaya zorlayan bir dönüm noktası oldu mu?

Kurumsal hayattan çekilince okumaya daha fazla vakit ayırabildim. Bu da beni, içimde zaten var olan yazma tutkuma bir adım daha yaklaştırdı. Denemek istedim. Önce geçici bir haz olduğunu düşünmüştüm. Yazdıkça, yayınlar biriktikçe öyle olmadığını görüyorum.

Romanlarınızda insanın içsel çatışmalarına ve duygusal karmaşasına yer verirken, bu çatışmaların çözümü gerçekten mümkün mü, yoksa insanın evrensel varoluşundaki bir parçası mı?

Değişip dönüşmek, yenilenmek ve böylece yeni fikirler duygular doğurmak ancak bahsettiğiniz içsel çatışmaların sonucunda var oluyor. Bu da sanatsal üretim için büyük bir nimet. Var oluşumuz, uzlaşmaktan çok çatışmak üzerine inşa edilmiş. Doğduğumuzdan itibaren başlıyoruz çatışmaya, hem kendimizle hem bizi kuşatan ve çoğunlukla sıkan çevreyle. Bundan kaçıp saklanmak mümkün değil, gerek de yok bence. Duygularımızı kaybetmektense, bırakalım karışsınlar, değişsinler, yenilensinler.  Yazarken, okuyucuya iyiyi, kötüyü ya da çözümü vermek iyi bir fikir değil. Yazar akıl vermez, hikayesini anlatır, tartışır ve eleştirir. Öykünün içinde sorunlara çözüm bulmak gibi bir derdi de olmamalı.  Bu çok tatsız olur. Her okuyucu öyküyü baştan yazar aslında. İçselleştirdiği ne varsa, sorun da çözüm de orada. Okuyucu kendisi bulmalı iyiyi, kötüyü, çözümü.

Kendisini ve çevresini sorgulayan bir yazar olarak, sizce edebiyatın günümüzdeki rolü nedir?

Geçmişte, günümüzde ve gelecekte edebiyat, yaşamı sorgulamak, kendimizi tanımak, asla yan yana gelmem dediğiniz kişilerle bile empati kurabilmek için başlı başına bir ihtiyaç.  Anlam arayışımızın yapı taşı. Kendi zihnimizden çıkıp başka zihinlerde dolaşmadan hayatı ve kendimizi tanımamız ve özgürleşmemiz mümkün değil. Teknoloji ve araçsal teknik akıl geliştikçe bazı konularda hayatımızı kolaylaştırıyor, ama aynı zamanda hepimizi baskılıyor, tek tipleştiriyor, yalnızlaştırıyor ve yabancılaştırıyor. Böyle bir ortamda edebiyat  iletişimsel ve duygusal aklı geliştiriyor, insanları yakınlaştırıyor ve böylece insani özgürleşmeye büyük katkı sağlıyor. Böylece edebiyat ve edebiyatçı, insanı basit bir araca/makineye indirgeyen araçsal teknik akla ve kapitalist sisteme meydan okuyor.

Edebiyat dünyasında yer alan ‘toplumsal sorumluluk’ fikri üzerine ne düşünüyorsunuz? Bir yazar olarak toplumu değiştirme veya toplumsal sorunlara ışık tutma göreviniz olduğunu düşünüyor musunuz?

Yazar da içinde yaşadığı toplumun bireyi olduğuna göre, toplumsal sorunlardan bağımsız hareket etmesi ya da görmezden gelerek yazması mümkün değil elbette. Ancak bunu yaparken sorunlara çözüm bulmak, değiştirmek-dönüştürmek, topluma yön vermek  için yazmak bana göre fazla iddialı bir söylem. Yazarın görevi, doğruyu-yanlışı işaret etmek değil. Amaç, hikayenin peşinden gitmek olmalı bence. Siz hikayenizi anlatırsınız, bunun içinde herkes kendi doğrusunu, yanlışını, çözümünü kendi seçecektir. Büyük söylemler ve özellikle “akıl vermek”, edebi kurguyu ve estetiği derinleştirmiyor, tam tersine sığlaştırıyor ve okuyucuya saygısızlık oluyor bence. Ben her şeyden önce okurum ve okurken, “yazarın benden daha akıllı” olduğunu, “doğruyu yanlışı” yazardan öğreneceğimi düşünmüyorum. Karakter, öykünün akışı içerisinde kendi doğrusuna ikna etmek için büyük sözlere girişebilir. Fakat bu, yazarın değil, karakterin doğrusu ya da yanlışıdır. Her sayfada birkaç tane “özlü söz” okumak hikayeden uzaklaştırıyor okuyucuyu. En başarılı öyküler, okurken yazarı unutturan metinler oluyor. Yazar, öykülerinde toplumsal sorunları tartışabilir elbette, ama çözümü, okuyucu ve toplumun kendisi bulmalı özgür tartışma ortamında.

Son yıllarda edebiyatın dijitalleşmesi, kitap yayıncılığının ve okur kitlesinin değişimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben sayfalara dokunmadan okuyamıyorum. Çoğunluğun da tercihinin dijitalleşme olduğunu sanmıyorum. Ekonomik sebepler dışında dijital yayımcılığın bir kıymeti yok. İyi tarafı, online edebiyat dergilerinin basım maliyetini ortadan kaldırıyor. Daha fazla dergi yayımlanabiliyor. Fakat uzun okumalar yapmak, altını çizmek ve öyküyü hissetmek için dijital ortam çok yorucu.

Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?

 “Dünyayı kurtarmak” istemezdim, çünkü dünyayı ben kurtarırsam özünde dünya kurtulamaz, benim kontrolüme girer. Ama kendimi, edebi yaratıcılığı azaltan günlük rutinlerden kurtarmak ve böylece okumak, düşünmek, yazmak için daha fazla zaman bulmak isterdim. Bunun için gerçekten sihirli bir değneğe ihtiyacım var.

(SERKAN SELİNGİL)

 







 
Son Eklenen Haberler