26 Aralık 2024, Perşembe

‘Yazdıklarıma hep sadık oldum’

9 Ağustos 2024, Cuma 07:54

     


Yazar Müdessir Oğur ile yazarlık serüveni, kitapları ve yeni projelerini üzerine konuştuk. İyi okumalar.

Yazarlık kariyerinizin başında kendinize verdiğiniz en önemli tavsiye neydi? Bu tavsiyeye ne kadar sadık kaldınız?

Realist kalmak. Ortaokulda günce ile başlayan serüvenim, liseden sonra yerini öykü ve şiire bıraktı. Aslında kanaatimce yazarlar birer askerdir. Büyük yazarlar başkomutandır, yeni yeni başlayanlar ise asker. Her yazarın silahı farklı konuşur. Kimisi havaya ateş edip sadece üç saniyelik bir gürültü ile kalır. Kimi yazarlarda karşısındakini kalbinin tam orta yerinde vurur ve sonsuza kadar ses olur. Daima doğruyu ve göz önünde olup görüp ama körlük misyonu ile davranmamak. Tecavüze uğrayan bir kadını ve ya kızı, toprağından zorla alıkonulan köylüyü, dilini ve özgür yaşam alanından feragat edileni, teninden mütevelli ırkçılığa maruz kalanı, işçinin hakkını vb. toplumsal realiten uzak durmamak bence en büyük tavsiyem bu olmuştur kendime. “Sadık kalmak veya olmak” ne kadar da zengin bir cümle değil mi? Bir köpeğe sadık kalmak mesela, ormanda ki en çirkin ağaca, sahip olduğun işe yahut çalıştığın iş yerine, arkadaşa, sevgiliye, vatana ne bileyim işte insanın dokunduğu her şeye sadık kalmalı bence. Ben merhametimi kaybetmediğim müddetçe yazdıklarıma hep sadık oldum ve umarım olacağım.

Kitaplarınızdaki karakterlerinizin derinliğini sağlamak için hangi yöntemlere başvuruyorsunuz? Karakterlerinizi oluştururken nasıl bir süreç izliyorsunuz?

Açıkçası daha evvelden plan kurarak veya karakter analitiğini kurguladığım bir durumum olmuyor. Belirlediğim bir yöntemimde yok. Her şey oturup yazmaya başlayınca akıyor. Örneğin; özgürlük bayrağının yıldızını yapmak isteyen bir karakter varsa, o hemencecik oluşur. Başrollerinin hemen hepsi ailenin o kadar içinde ki üzerinde çok fazla tahlile gerek duyulmuyor. Yazarken hemen yanı başımda bitiveriyorlar karakterler. Sanki benimle yaşıtlar ve hepsini çok iyi tanıyorum. Üstelik hepsi benim en yakın arkadaşım aslında. İliklerine kadar tanıyorum. Yeni yazmaya başladığım her öykünün karakteri sayfalar çoğaldıkça kendini buluyor karakter ve aslında onlar hep tanıdıklarımız.

Süreci oluşumu çoğunlukla süreğen oluyor. Orta da bir hikâye varsa karakter seni buluyor zaten. Asıl konu hikayeyi bulmak ve bulunca onu edebî anlamda pazara sürmek. Metni, romanı ve öyküyü kaçınılmaz kılan dil ve üslûbudur bana göre, hâliyle bunlar iyi olunca karakterde sırıtma gereği bulamıyor. Derinlik fazlalığı çok olma muhtemeli kaçınılmaz oluyor. Sonuç itibariyle onlarla veya kendimizle yüzleşeceğimiz bir yolculuğun içine çağırıyor karakter.

Kitaplarınızdaki her öykü, kendi içinde bir bütünlük taşıyor mu, yoksa birbiriyle ilişkilendirilmiş mi? Öyküler arasındaki ilişkiyi nasıl tasarladınız?

Elbette her öykünün ayrı bir bütünlüğü bulunuyor. Yazdıklarımın hepsi ayrı bir bütünlüğe sahip. İlişkileri şu şekilde bağlantılı oluyor; hemen hepsi aynı zamanın ve yaşayışın öyküleridir. Atlama bağlamında öyküleri yazamıyorum. Bunu başarabilen çok yazar vardır Wirginia Wolf, Haruki Murakami, James Joys, Sait Faik, Faruk Duman, Mustafa Kutlu gibi fakat ben daha çok birbirinden bağımsız ama aynı evrenden hikayeleri yazanım. Toplumsal ve bireysel dertlerin yazımı olan her öykü bütünsellikten uzak kalmalı ki, yiğitçe yazılsın. Damak tadı birbirine eşdeğer olduğundan mütevelli aralarındaki ilişkiyi ayırt etmek elzem olmuyor açıkçası. Çünkü aslında tüm hikayeler aynı mahallenin çocukları olduğu için damdan dama atlamak gibi bir şey oluyor ve bu da yazar için çok güç olmuyor.

‘’Güvercinler Kenti Hakkari" adlı kitabınızın ortaya çıkış hikayesini anlatır mısınız? Hakkari’yi bu kadar özel kılan neydi?

Totalde üç tane kitabım var iki öykü bir roman. “Güvercinler Kenti Hakkari kitabı roman olarak basıldı. Üzerinde uzun yıllar çalıştığım ikinci dosyam diyebilirim ve kendime en çok yakın bulduğum. Karakterin gerçek hayatta olduğu ve üzerinde uzun yıllar çalışılması gereken bir dosyaydı doğrusu. Uzun metrajlı bir film gibi tahayyül ediyorum bu kitabı. Muğla, Hakkâri ve Yunanistan arasında zikzak çizen bir hayat hikayesi.

Aslen Batmanlıyım hayatımda yalnızca bir kere Hakkâri ye gittim. Sanırım Hakkâri’yi içeriğimde özel kılan faktör hem ideolojik olarak hem de biraz sol fraksiyona olan bakış açısıyla hayatımda önemli yer bulup bende farklı izlenimleri olan bir kenttir. Bir diğer içtihat ise Hakkâri şehri bu ülkenin bir üvey evladı muamelesi görmesidir. Naçizane öyle görüyorum. Dışlanmış, ötekileşmiş yeni nesil gençlerin oraya farklı bakış açılarıyla tanımlamaları. Korkunun en doruğunun yaşanıldığını zannedilmesi. Bu bağlamda yazarken olay örgülerini Muğla ile Yunanistan arasında etken kıldım. Ne kadar sahici ve güzel durur Hakkâri ile Muğla birlikteliği değil mi?

Örtüsüne Bürünen Öyküler kitabınızda okuyucuların en çok etkilendiği öyküler hangileriydi? Sizce bunun sebebi nedir?

İlk kitap olma müsebbibi ile aslında recm edilmeyi arzuluyordum fakat ilkin günahı olmazmış diye eleştiri bazında çok etkileşim almadım. Özgür insanlar ve özgün okuyucular tarafından beğenilen öyküler dâha çok kendilerini buldukları hikayelerden. “Aaaa bak bunu bende duydum, evet evet böyle bir olay yaşandı” gibi duyumlarım oldu elbette. Etkilenen okur sayısı fazlaydı desem inkâr olur. Çünkü aslında herkesin yaşadığı olaylar üzerine devam ediyor yazılar. Ben daha çok galipler ile mağluplar savaşı diye adlandırırım. Dipte kalan ve filizlenmeye aç kalmış yaşam bulgularının gün yüzüne çıkması, okuyucu muhakkak etkileyebilir.

Köyün İlk Tiyatrosu kitabınızdaki tiyatro teması, toplumsal eleştiriyi nasıl bir araç olarak kullanıyor? Bu temanın toplumsal yansımaları nelerdir?

 Görsel empati olarak tanımlıyorum tiyatroyu. Sanatın her dalı insanlık için ortaya serilmiş velinimettir, sevdadır. Gerçek bir mücadelenin yaşayışın en temelinden özeline kadar gözüne sokar insanın. Tiyatro da sarkastiği her insan farklı anlayabilir ki tiyatroyu farklı kılan etkenlerden biride budur bence. Bazen bütün engellere ve engellemelere karşı en kuvvetli muhalefettir tiyatro. Zindan da ki bir adamın tek düşüncesini milyonların gözüne ve yüreğine sokabilme kabiliyetine sahiptir tiyatro.

Çatışma ortamında ki bir âlemin iç içe geçmiş acılı savaşını sorgulamayı öğretir. Ve öze dönmeyi öğretir. Bence en önemli aracı ve yansıması bu olabilir. Nitekim kitap bunu gözler önüne serdi. Kimsenin göremediği yada görmek istemediğini tiyatro gözlerinin içine bakarak ortada bir savaşın olduğunu ve bir nebzede olsa kendinizi görün diye var olmuştur.

Müdessir Oğur olarak, edebiyat dışındaki ilgi alanlarınız nelerdir? Sizi tanıyabilir miyiz?

İlgili alanlarım; tarih ve coğrafya merakım vardır. Düzenli olarak belgesel film programım var. Eski klâsik filmler. Behmen Kubadi, Abbas Kiyarüstemi filmleri. Sporun insanlar üzerinde ki maddi ve manevî yönünün muazzamlığı karşısında izlemeye kayıtsız kalmamak yani kısacası yine kültür ve sanat diyebilirim. Bunun yanında İhlal edilen insan hakları üzerinde araştırmalar yapar ve derneklerine üye olurum. Günümüzde ve geçmişte Dünya siyasetinde zulme uğrayan, özgürlük gaspına uğrayan halkların  varlığından haberdar olmayı çok seviyorum. Filistin halklarının haklı davası, IŞİD zulmü ile soykırıma uğrayan Rojava halkı, Irak Kürtleri, Myanmar halkı aynı şekilde Çin zulmüne uğrayan Orta Asya Türkleri, gelişmemiş Orta Doğu ülkelerinin sömürü düzeninin devam etmesi vb.

Ve elbette sıkı bir aile ve arkadaş düşkünlüğüm var.

Eserlerinizin edebiyat dünyasında nasıl bir etki yaratmasını umuyorsunuz diye soruya giriş yaptıktan sonra eklemek istiyorum; eserlerinizde sıkça karşılaştığımız kültürel ve toplumsal temaların dışında yazmak istediğiniz başka konular var mı?

 Doğrusunu konuşmak gerekirse eğer, hiç bir zaman öyle geniş ütopik bir tahayyülüm ve içtihadım olmadı. Elbette herkes ödül almak ister bu eserin kaçınılmaz tacı olur. Lakin ben ileride büyük bir yazar olacağım yorumu ile kaleme sarılmadım, olanı yazmak ve ortada olan haksız bir gerçekliğin gün yüzüne çıkılması için elimden geleni yaptım. Gözümün önünde komşumuzun evine hırsız girdi ya polisi çağıracaktım ya müdahale edecektim yahut hak savunmak için bir yerde haksızlığı haykıracaktım. Ben bunların hepsini yaptım. Bu sebeple toplumsal olay örgülerinin içerisinde çıkmam mümkün değil. İsim olarak değil ama içerik olarak elbette dile getirilmek isterim.

Ne diyor İslam ve insanlık;

“ Öldürmeyeceksin, zulmetmeyeceksin, iftira atmayacaksın, yalan söylemeyeceksin”

Bu tipik meseleler yaşandıkça gerçeğin dışına çıkmam mümkün olmayacaktır.

Yeni projeleriniz ve gelecekteki hedefleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?

Önümüzde ki aylar içerisinde yeni bir öykü ve şiir kitabım yayınlanacak. Ruhum, kalemim, beynim ve kalbim el verdikçe yazı yazmak diyebilirim. Toplumsal mücadelelere daha çok katkı verebilmek. Ezilen halkların ortak paydası olmak. Halktan kopmamak, olanı en güzel haliyle yazıya dökmek. Ses olmak diyebilirim.

Gerçekleştirdiğim röportajların klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?

 Sanırım hepimizin cevabı aynı olurdu bu sorunun karşısında. Tüm halkların özgür ve adil bir şekilde yaşamalarını. Dillerini, sanatlarını ve yaşayışlarını hür iradeleriyle ortaya koyabilmeyi. Silahların yok olmasını, doğa tahribatlarının olmadığı bir dünyayı yaratmak ve her erkeğin bir kız babası olmasını dilerdim. Haksız yere yıllarca cezaevinde kalanların özgürlüklerini kavuşup ailelerine varmalarını, faşizmin yok edilmesini, evrensel barışın yeniden refah düzeyine ulaşılmasını, bilginin dünyanın her yerinde eşit sağlanmasını, insan onurunun yüceltilmesini ve son olarak herkesin eşit şartlar altında gece uykuya dalmasını isterdim.

(SERKAN SELİNGİL) 

 







 
Son Eklenen Haberler