30 Aralık 2024, Pazartesi

‘İnandığım şiirin izini sürüyorum’

19 Temmuz 2024, Cuma 07:44

     


Çığlıkta Arşe’ ve ‘Sadak’ kitaplarının yazarı Şair Gönül Demircioğlu  ile şiir, edebiyat ve  kitapları üzerine konuştuk. İyi okumalar.

Kendinizden biraz bahseder misiniz? Şiire olan ilginiz nasıl başladı ve bu yolculukta size kimler ilham verdi?  

Oldukça meraklı, araştırmacı bir çocuktum. Dış dünyada ne olursa olsun içimde o dünyanın iz düşümü olamayacak kadar özgün, merkezi eşelemek üzerine kurulu olan yanımı görüyor ve oraya yürüyordum. O yaşlarda bunların oyun olduğunu sanırdım. Epey küçükken, altı, yedi yaşlarımdan bahsediyorum tabii. Başkalarının hayalperest diye nitelediği, benimse gerçeğim olan bir zihinle erken tanıştım. Herkesin de böyle olduğunu sanıyordum. Onların da benim gibi olmadığını anlamam biraz zaman aldı.

Okumaya okula gitmeden başlamıştım. Bulduğum gazetelerdeki harfleri, sözcükleri o an yanımda kim varsa ona sorarak öğrenir ve seslerini ezberlerdim. Bir şeyler okurken annem dakika tutardı, sayesinde hızlı okumayı da öğrendim. Evreni merak ediyordum. Bilimi, sanatı, çevremde ve içimde olup biten her şeyi sorguluyordum. Yediğim gıdalara sindirilme öncesi ne oluyor? Sis nasıl oluşuyor? Televizyonda her çizgi film arasında izlediğim o reklamda, peçeteye süt dökülünce nasıl kabarıp fil oluyor? Telefonun tuşlarına basınca Hugo’yu sunan Tolga Abi başka çocukların sesini duyuyorsa ben de televizyonun kumandasındaki tuşlara basarak Tolga Abi’ye sesimi duyurabilir miyim? Neden fakir evlerde yaşayan çocuklar patatesi çok severler ama hep patatesleri azdır gibi sayısız şeyi merak ettiğimi hatırlıyorum. Size bahsettiğim yıllar da doksanlar. İnternetin, bilgisayarın olmadığı zamanlar. İçinde kütüphane olan bir evde de doğmamıştım. Her şey zihnimdeydi ve ben tüm bunların yanıtını araya araya bulabilirdim, buna çok inanıyordum. Bir gün okulda öğretmen yanardağlardan bahsetmişti. Eve geldiğimde annemin yemek pişirdiğini gördüm, tencerenin kıyısındaki dumana gözüm iliştiğinde buldum, dedim. Yanardağlar yandığı için sis oluyordu işte! O malûm peçete reklamındaki fili de deneyimledim. Peçeteye sütü döküp saatlerce koltuğun arkasında fil beklediğimi bilirim. Neden olmuyor, neyi yanlış yapıyorum, diye düşündüğümde onu da bulmuştum. Reklamdaki marka değildi peçetem, hemen koşup bakkala aynı marka olanından alıp geldim. Epey bir denedim ama ne yazık ki fil olmadı. Başarısız ilk deneyimimdi, son olmadı tabii.

Zincirleyerek çalışan bir zihnim var. Gördüklerimi hem parçalar halinde ayrı ayrı, hem de bütüne yerleştirerek görüyorum. “Görmek” olmazsa olmazım; ama bu bahsettiğim bakmak anlamına gelen değil. Goethe’nin, “Eğer hassasiyetim olmasaydı, gözlerim görseydi bile, kör olurdum,” dediği görmek. Bir odam vardı, penceresi yoktu. Hemen bir çare bulmalıydım. Tüm boyalarımı önüme toplayıp kocaman bir pencere çizdim. Kanatlarını denize açarak, camına kelebekler kondurarak, önüne çiçekler dizerek. Gözlerimi kapattığımda o denizden yüzüme değen rüzgârı bile hissederdim. Dış dünyanın gri rengi bende hiç yer tutmadı, her sorunun cevabını mutlaka bulurdum. Uzayı çok merak eder, astronot olmak isterdim. Annemin çelik tencerelerini gezegen yapar, hepsini gezerdim. Başlangıçta tüm bu merakım beni önce boyalarla birlikte resmin kollarına attı. Gördüğüm her şeyin resmini yapma arzusu duyuyordum ama çizdiklerimle boyadıklarım farklı oluyordu. Her çocuk normal dere, güneş, ev çizerken ben olmayan ya da varsa bile yeri değişmiş parçalar çizmek istiyordum. Okulda resim çizemeyen herkes benden parayla resim satın almaya başlamıştı. Gazetelerin yanında Zagor, Tenten, Tommiks çizgi romanları hediye edilirdi o zamanlar. Kitaplar epey pahalıydı, okul harçlığımdan artanlarla gazete alırdım. Bazen de gazeteci amca çizgi roman dergilerini istemeyenlerinkini toplar bana verirdi. Onları okuduktan sonra satardım. Kazandığım parayla kırtasiyeden istediğim kitapları alırdım. İlk okuduğum şiir kitabı Yunus Emre’nindi. O zamanlar mahalle kültürü vardı, benim kitap merakımı bilen camii müezzini Yunus Emre’nin kitabını hediye ettiğinde dünyalar benim olmuştu. Öyküleri, masalları, resim çizmeyi çok seviyordum ama şiir bambaşkaydı. İçimdeki karnavalla aynı renkti. Sonrasında çoğunlukla şiir olmak üzere tüm edebi türlerdeki okumalarla geçti yıllarım. Kemalettin Tuğcu, Ahmet Hamdi Tanpınar, İlhan Berk, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Metin Eloğlu, Seyhan Erözçelik, Necip Fazıl Kısakürek, Tezer Özlü, Oğuz Atay, Ece Ayhan, Nilgün Marmara, Özge Dirik, Didem Madak, Charles Baudelaire, Comte de Lautreamont, Aloysius Bertrand, aklıma ilk gelenler. Sagopa Kajmer’i de anmadan geçemeyeceğim. Yıllardır kesintisiz dinlediğim tek isimdir kendisi. Şiirlerimin alt notasındaki öfkeli sesi onun müziğiyle eşleştiriyorum.

Yazma süreciniz hakkında konuşalım. Şiirlerinizi yazarken belirli bir ritüeliniz veya rutinleriniz var mı?  

Herhangi bir ritüelim yok, olmasını da istemedim. Yaşama, evrene, kendime bakışımda ve her türden yolculuğumda en önemsediğim şey doğallık. Eğer doğal bir yazma sürecim olmasaydı yazmazdım. Şiirlerim kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yazmak istediğimde kuyuma girip âdeta Alice Harikalar Diyarı’na açılan kapıyı aralıyorum. Mikhail Bakhtin’in “Karnavaleks” kavramı perspektifinden yola çıkarak örnek vermek istiyorum. Karnaval, toplumsal hayatın baskın gerçeğini ve dayatılan düzeni geçici bir süre içinde yok sayan eğlence ve mizaha dayalı bir kutlama biçimi. Bu kutlamalarda toplumsal yapının dikte ettirdiği tüm hiyerarşik düzen, ayrıcalıklar, norm ve yasaklar askıya alınır. Ben de Bakhtin gibi karnavalı, içinde barındırdığı yıkıcı eğilimler dolayısıyla sanatın ve öznel alanda da şiirin mihenk taşı olarak görüyorum. Yaşamın doğal akışı içinde bilinç dışıma atılan sahneler, sesler ve diğer tüm duyularımla algıladığım iz düşümler orada beni bekliyor. Araladığım kapının ardındaki karnaval alanından mısralarımı topluyorum. İçeride kendi şiir poetikama göre önceden kurduğum öğütücü makineme, topladığım tüm sözcükler giriyor ve şiir akışının kendini tamamlamasıyla pürüzsüz bir şekilde meydana geliyor. Bu sırada herhangi bir kısıtlama yapmamak, doğal olanı bozmamak adına da zihnimin çalışma prensibine en uygun şiir biçimini, düzyazı şiiri benimsiyorum. Çünkü şiirimi özgürce uçan bir kuzguna benzetiyorum.

Şiirlerinizde sıkça işlediğiniz temalar nelerdir? Şiir yazarken sizi en çok etkileyen dışsal faktörler nelerdir?  

Bir temayı işlemek kastıyla yola çıkmıyorum. Yazmak istediğimde önceki soruda da bahsettiğim gibi o kuyudaki kapıyı aralıyorum. Karnaval dünyamda hangi sahneler ve sesler beni bekliyorsa akışın tamamlanmasının ardından meydana gelen şiirin teması da bu doğrultuda kendiliğinden oluşuyor. Ancak yazıp bitirdikten sonra geriye dönüp baktığımda şiirlerimde pek çok temaya rastlıyorum. Bunlardan bazıları, adalet, doğa, ölüm, benlik arayışı, nesnenin tabiatı, özlem, aşk, ayrılık, çocukluk, ezilenler, yolculuk, arayış, dinler, isyan gibi konular.

Beni etkileyen dışsal faktörlerse istisnasız her şey. Her şey benim şiirime girebilir, orada kendine yer edinebilir. Buna aklımla karar vermiyorum. Çünkü şiir anlayışım bu. Alışılmamış bağdaştırmalar ve sıçramalar şiirimde kendiliğinden ortaya çıkıyor. Henüz bunların edebiyat literatüründeki adlarını bilmiyorken de doğal olarak kullanıyordum. Sadece şiirde de değil üstelik. Beni yakından tanıyanlar günlük hayatta da zihnimdeki sıçramaların ve alışılmamış bağdaştırmaların ne kadar etkisinde olduğumu bilirler.

Günümüz şiir anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Size göre şiir nasıl bir evrim geçiriyor?  

Yenilikçi bir bakış açım var. Var olanın üzerinde ilerlemeyi, zaten olanı aynı yerde çevirmekten daha öznel ve doğru buluyorum. Her ne kadar yazılacak her şey yazıldı anlayışı hâkimse de bunu şiir üzerine düşündüğümde dönüp kendi akışıma bakıyorum. Her anın başka bir şiir doğurabileceğine inanıyorum. Belki kuyuma girdiğimde oradaki sahneleri ve sesleri, o an içimde beni ele geçiren duyumsama ile üretmiş olmasam bir an sonra aynı sahnelerle ve seslerle başka bir şiir meydana gelecek. Aynı sahne ve sese bağlı sözcükler başka bir şairin heybesinde toplanmış olsa başka bir şiir çıkacak. Dolayısıyla bu saplanma halini kendi şiir anlayışıma çok uygun bulmuyorum. Her şair an ve duyumsamayı merkeze aldığında aynı olaylardan başka çıkarımlar yapacaktır. Bende bile ayrı bir zamanda aynı sözcükleri alıp yazsam başka bir şiir çıkacaktır. Günümüz şiirini yakından takip ediyorum. Dijital ve matbu dergilerin çoğunu okumaya çalışıyorum. Bir şairin ismini geç duyduğumda üzülüyorum, kitaplığımın büyük bölümü çağdaş şairlerin şiir kitaplarından oluşmakta. Buna bağlı olarak da günümüz şiirinin yeni arayışlar içinde olduğunu gözlemliyorum. Adına evrim denir mi buna emin değilim. Ama yeni bir şeyler bulma arayışında olan, şiiri kurcalayan, hassas noktalarında korkmadan adım atan çağdaş şairlerimiz var.

Günlük yaşamınızda şiir yazmak için nasıl zaman yaratıyorsunuz?  

Şiirin zamansız olduğuna inanıyorum. Ne zamana ne de mekâna bağlı değilim. İstediğim her an akışa girip yazmaya başlayabiliyorum. Bir gün geç bir saatte kaldırımın kenarında minibüs bekliyordum. Yağmur başladı. Caddenin ortasındaki rögar kapağı bir anda kan pompalayan bir kalbe döndü benim için. Epey bir zaman onu izledim, dünyanın kalbini bulduğuma dair bir düşe dalıverdim. O an kalbi yalnızca benim gördüğüm düşüncesi üzüntü vericiydi, yoldan geçen birini çevirip söyleseydim, anlamazdı bile. Minibüse binip evime gittikten sonra da sahne epeyce meşgul etti zihnimi. Hemen oturup yazmadım ama o sahnenin karnavalıma eklenen bir tablo olduğunu biliyordum. Nitekim yanıltmadı da, bir an gelip şiirime aniden giriverdi:

 “Kanattan seğiren yağmur, kalbe kan. Durak dursun, yola yolcu. Dolup boşalan meydan. Silkeleyip eteğini kulakların: Anlıyor musun? Örtülü gözleri. Keten, ipek, pamuk. Yırtıksız, yama.”

Şiirlerinizin okurlarla buluşması sizin için ne ifade ediyor? 

Şiirde özne olmadığına inananlardanım. Okur şiirden ne çıkarım yapıyorsa, hangi anıya gidiyorsa bana göre odur şiirin meselesi. Dolayısıyla benden sıyrılıp okura ulaştığında artık onun oluyor. Çünkü biz de bir şiiri okurken uyandırdığı duygulara kapılırız, yani özne oluruz. Bu minvalde düşününce elbette çok tarifsiz bir his. Şaire, tamamlanma hissini veriyor.

Şair olarak kendinizi ifade etmenin yanı sıra başka sanatsal veya yaratıcı uğraşlarınız var mı? 

Üretmek benim yaşamımın olmazsa olmazı. Pek çok sanat ve spor dalıyla ilgileniyorum. Çocukluğumdan beri resme ilgim büyük. Şiiri seçtiğim için resimde amatör olarak devam ediyorum. Dadaizm ve sürrealizm akımına ait çalışmalar hem üretmek hem de ressamları takip etmek adına daha fazla ilgimi çekiyor. Zihnime yakın buluyorum. Kasnakta nakışla kurdelelerle iplerle motifler çıkarmayı da severim. Orada da var olanı örnek kullanmak yerine kendi çizdiğim bir motifi çalışmayı tercih ederim. Okçuluğa ilgi duyuyorum, Sadak’ın yayımlanmasının ardından epey bir süre modern okçuluk eğitimi aldım. Çığlıkta Arşe’nin oluşum döneminde ara vermek durumunda kaldım. Bence spor da sanatın diğer dalları gibi şiirimde etkili oluyor. Aktif olarak yaptığım başka sporlar da var ve bunların üzerine çokça düşünüyorum. Vücudumu eğitirken kendimde hissettiğim o tavrın şiirlerimde de etkin olduğunu gördüğüm anlar oldu. Yanı sıra tiyatro, opera, müzikal gibi sahne sanatlarını da çok yakından takip ediyorum. Bunlar üstünden kurulu bir düzenim var.

Edebiyatın toplumsal meselelere ve sosyal değişime katkı sağlaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiirin toplum üzerinde nasıl bir etkisi olabilir? 

Bu genel bir soru ama bunu öznel alanımdan başlayarak yanıtlamak istiyorum. Şiirlerimi duygu etkisi altında yazmıyorum. Şiire daha baştan yüklenmeye çalışılan duygusal emareler okurun gözünden kaçmaz. Bu bana kolaycılık gibi geliyor, sırf seyirciyi ağlatmak amacıyla yazılmış senaryolar gibi. Bunu sevmediğim gibi şiir hakkındaki peşin hükmü de doğru bulmuyorum. Çünkü şiir zaten kendi başına protesttir, tabelası olmayandır. Bu bağlamda baştan duyguyu ele alarak yazmasam da şiir okura ulaştıktan sonra onlarda belirli bir duyguyu uyandırıyor. Bana göre doğrusu da budur. İnandığım şiirin izini sürüyorum, bu konuda İlhan Berk benim için eşsiz bir öğretmen. Kendisini de saygıyla anmak isterim.

Dünyadaki savaşlar, balonu patlasa ödü kopacak yaşta bombalarla öldürülen çocuklar, tecavüze uğrayanlar, vahşetlere konu olanlar, sömürülenler, ezilenler, yoksullar, doğa katliamları derken tüm bu sahneler zihnimdeki karnavala dâhil oluyor. Dolayısıyla yazdığım şiirlerdeki sosyal meseleler de böyle doğuyor. Şiirin toplum üzerindeki etkisi de yine şiirin okurda uyandırdığı meseleyle doğrudan ilişkilidir. Bir insan uyanır ve böylelikle toplum da uyanır.

Genel olarak diğer edebiyat dallarına gelecek olursam öykü, roman, deneme gibi türlerde elbette bu meseleler daha doğrudan veriliyor. Zaten benzer nedenlerden dolayı da şiirin plastik sanatlara daha yakın olduğuna inananlardanım.

"Çığlıkta Arşe" ve "Sadak" adlı kitaplarınız arasında tematik veya stilistik farklılıklar gözlemlediniz mi? Bu farklılıkların nedenleri nelerdir? 

Sadak ile Çığlıkta Arşe arasında tematik olarak ortak unsurlar var. Varoluş sorgulaması, ölüm, ayrılık, ezilenler, savaş, çocukluk, doğa ve bunlar gibi. Ancak Sadak’tan sonra epey yol yürüdüm. Ondaki şiirler daha serbest ölçülü şiirlerdi. Bunun sebebi ise düzyazı şeklinde yazdığım şiirleri budayıp alt alta gelecek şekilde mısralara çevirmemdi. Üzerinde hece, kafiye gibi çalışmalar yapardım. İlk gençlik yıllarımda Divan Edebiyatı ile de yakından ilgilenmiştim. Her şeyi öğreneyim, sonunda kendi şiir kimliğimi doğurayım şeklinde yaklaştığım ve nitekim öyle de yaptığım için Sadak benim arayış kitabımdı demiştim bir başka röportajda. İçerisinde çok farklı şiir denemeleri mevcut. Çığlıkta Arşe’de ise akışta yazmamın getirdiği biçimsel, keskin bir değişiklik var. Bunu öze dönme, yurdunu bulma olarak da niteleyebilirim. Artık şiirlerimi budamıyorum. Tematik olarak da Çığlıkta Arşe’de öfkenin ve isyanın sesi daha yüksek ve zarsız. Öğrenmenin sonu yok, derinleştikçe yelpaze daha da açılıyor. Bunun için şair yürür, arar, görmek ve duymak ister. Duyulanın ötesini, görünenin ötesini kurcalar, ben de böyle yapıyorum. Yolumun nereye varacağını bilemesem de Çığlıkta Arşe benim yürüdüğüm, aradığım, gördüğüm ve duyduğum lisanın bugünkü toplamıdır. Ancak şunu da eklemeliyim, ben bunları şiir yazmak için yapmıyorum. Zihnimin beni çıkardığı bir yolculuktu bu arayış, yani doğal olandı. Yaptığım tek şey kendimi keşfetmek oldu. Bu döngünün sonunda da şiir anlayışım doğdu.

Edebiyat dünyasındaki uzun vadeli hedefleriniz nelerdir?  

Geçmişten günümüze pek çok şair geçip gitti gözümün önünden. Hangisi hedef koyup da oraya varabilmiştir, diye düşündüm bir an. Akışa teslim etmiş durumdayım kendimi. Şiirimle, duyularımla, çevremi saran bu çağla. Her şey birbirini doğuruyor. Tüm bu saydığım ve diğer yanıtlarda da izah etmeye çalıştığım etkenler çabasız olduğum ve yalnızca bilinç dışımın hâkimiyetinde olan yüksek ben’in ve parçalı ben’in algoritmalarıyla yönetiliyor. Bu toplumun o ya da bu şekilde aynasıyım. Onlara kendi gerçekliklerini, bende bıraktıkları sahnelerle, seslerle anlatıyorum. Şimdilik tek hedefim bu.

Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz? 

Bence bu soruya hazırlayıp vereceğim her yanıt bir güzelleme olacaktır. Çünkü elimde öyle bir değneğin olmayacağını biliyorum. İnsan böyle bir varlık, hesaplı. Ne kadar bunların üzerine çıkmaya çalışsam ve kendi doğalımı arasam da insan olmanın yan etkileri üzerimde. Buna şiir çerçevesinden bakacak olursam şiirime giren vahşi sahnelerin olmamasını sağlamak isterdim. Dünyada olmasaydı şiirimde de olmazdı, çünkü bir aynayım. Sözlerime de Ece Ayhan’dan şu mısralarla son vermek isterim:

“Duyduk ki, bir daha

Kuş getirmek sınıfa

İntihar olmuş cezası

Hal ve gidiş tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki

Kapıda koyveriyoruz

Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar

N’apalım?”

(SERKAN SELİNGİL) 

 







 
Son Eklenen Haberler