HER BELDEYE BİR ABDURRAHMAN
10 Ocak 2017, SalıTweet |
Cevat YILDIRIM
Bir ilkbahar gününde Yuntdağı dolanıp batıdaki bu köye geldim. Karnım açtı. Kimseye bir şey söyleyemedim. Büyük kahvehanenin önündeki dut ağacının altına oturdum Az sonra kısa boylu, bedence güçlü kuvvetli, olağandan daha esmer bir adam karşıma dikildi.
—Hoş geldin.
—Sen şimdi açsındır. Gel benimle dedi.
Evet, yorgundum, açtım. Kime derdimi anlatabilirdim. Beni hoşlukla karşılayan adamın peşine takıldım. İki kahvehanenin arasından Arnavut kaldırımı döşeli dar bir yola girdik. Kenarda ince kuru bir dere vardı.
—Kış mevsiminde sen buralardan geçemezsin. Dere Kocaçay olur. Önüne gelen taşları sürükler. Mezarlığın yanından geçerek cami avlusuna girdik. Sol yöndeki mezarlıkta sin taşları, kimi kavuklu, kimi takkeli, kimi sarıklı, kimi Bektaşi kılıklı çoğu mermerden, birkaç tanesi de küfeki taştandı. Bağdat’ın fethine giden serdengeçti askerler gibi boyunlarını uzatmış bana baktıklarını hissettim. Önümde yürüyen, henüz adını bilmediğim kişiye belli etmedim. Fakat dibine iyice sokuldum. Minarenin yanından geçip cami avlusuna ulaştık. Karşıdaki köşede camiye bitişik odaya girdik. Beni buraya getiren tıknaz adam, çarçabuk dolaptan salata, peynir, zeytin çıkarıp, önüme koydu.
—Benim adım Apturaman dedi. Bu köyün gel-git işlerine ben bakarım. Sen şimdi var olanla idare et. Akşama misafirlere ve imama gezek getireceğim. İmamla birlikte sıcak yemek yer, karnını doyurursun. Gece de bu odada yatarsın. Ben şimdi muhtarın atını sulamaya gideceğim. Doyduktan sonra, artanını dolaba kaldır. Çıkarsan kapıyı iyice çek, dedi
Kimdi, bu adam? Hızır Aleyhisselam mıydı? Peynir, zeytinle karnımı doyurdum. Kalan ekmeği beze sardım. Zeytini, peyniri dolaba kaldırdım. Etrafta kimse yoktu. Salata tabağını da tulumbadan su çekip yıkadım. Arkasından geldiğim köy kahvehanesine gittim.
—Selamün aleyküm, deyip oturdum. Adına Çavuş Dayı denilen bir kişi çay söyleyip, hoş-beş etti. Nereden gelip, nereye gittiğimi sordu. Yuntdağ köylerinde işim vardı dönüyorum, dedim.
Çayımızı yudumlarken kendisine bir soru yönelttim.
—Apturaman diye biri, beni camiye götürdü. Cami yanındaki odada yiyecek verdi. Kapıyı kilitlemeden çekip gitti. Kimdir bu adam?
—Ha, sen bizim Apturaman’ı söylüyon. Onu biz köy halkı olarak görevlendirdik. O muhtarın en önemli adamıdır. Evlerden gezek alır, misafirleri yedirir, içirir. Fakir fukaraya odun götürür. Köye gelen mektupları dağıtır. Yabancı köylerden gelen hayvanları ekinimize zarar vermesin diye yakalar, tokat damına kapatır. Olay anında jandarmanın verdiği mavzeri omzuna takar, hadiseye koşar. Yandan, adını sonradan öğrendiğim Fethi Amca lafa karıştı.
—Çocuğum, o bizim deştiman (*)(kır bekçisi ) dedi. Bu sözü ilk defa duyuyordum. Sonra;
—Bizim Apturaman ovaları ve ekili alanları dolaşır. Çobanlar ekili alanlara zarar verdi mi diye kontrol eder. Gereğinde tüfeğini çeker, gökyüzüne sıkar. Tartışmayı önler.
Anlatılanları dinledikçe merakım iyice arttı. Sonra benim ne iş yaptığıma sıra geldi. Tam anlatmadım, geçiştirdim. Bitlis Adilcevaz’da doğdum. İzmir’e on yaşında iken geldim. O yaştan bu yana buralardayım.
Gece karanlıktı. Oda gaz lambası ile aydınlanıyordu. Tahta divan üzerinde köşede bir yatak yığıntısı vardı. Altında uzun bir keten çuval duruyordu. Loş ışıkta cüce bir adama benziyordu. Acaba içinde ne vardı? İmamla birlikte odaya girmiştik. Kapının dışında bir ayak sürçmesi işittik. Öksürerek gelen biri vardı. İmamın işaretiyle kapıyı açtım. İmam gelen adamın başındaki tepsiyi alıp, yere koydu.
—Hoş geldin Abdurrahman Ağa,
Bu adam gündüz karnımı doyuran adam değil mi? Nerden ağa oluyordu? İmam dolaptan bir kasnak çıkardı. Abdurrahman Ağa deyince şaşaladım. İmam; “lafı bırakalım, karnımızı doyuralım” der demez bizim deştiman önce bir bez serdi. Kasnağı tam ortaya oturttu. Tepside çok güzel yemekler vardı. Kuru fasulye, pilav, yoğurt, un helvası sıralanmıştı. Sıra helvaya gelince içindeki bademlerin lezzetini çok beğendim. Minik yayın balıkları gibi sıralanmıştı. Boğazımızı kaşıklarla taşladık. İmam sofra duasını yaptıktan sonra birer kaşık daha aldık, kenara çekildik. İmam konuşmaya başladı.
—Bu Abdurrahman Ağa’yı kimisi efendi, kimisi ağa, kimisi dayı diye çağırır. Çocuklar ise Abdurrahman Dede diye seslenir. Mahallenin kadınları ondan çekinmez. O, herkesin amcasıdır. Haneleri sıraya koymuştur. Her gün ayrı bir evden “gezek” getirir. İşte karnımızı doyurduğumuz tepsiye gezek sinisi deriz. Örneğin bugün Hasan Ağa’dan, yarın Ali Dayı’nın evinde yemek hazırlanır. Abdurrahman Ağa bir gün önceden haber verir. Yarın gezek sırası sizde diye evin hanımına tembihler. Eğer önemli bir durum varsa, sıra değişebilir. Konuşmalar böyle bir müddet daha sürdü.
Benim ne iş yaptığım soruldu. Eskiden deniz yollarında biletçiydim. Yirmi yıl çalıştım. Safra kesesi ameliyatından sonra işi bıraktığımı anlattım. Yeni müdürle anlaşamadığımdan işsiz dolaştığımı söyledim. Abdurrahman Ağa;
—Çalışacaksan sana iş bulalım, Ne iş olsa yapar mısın, diye sordu.
Meteliksizdim. Okulun odunlarının kırılacağını, eğer istersem hem odun kırıp, hem de karnımı doyuracaklarını söyledi. Sabah olunca odun yığınını görmeye gittik. Bana nasıl yapabilir misin? Deyince serde yiğitlik var. Tabi dedim. Kaç para istediğimi sordu. Az istesem, bana yazık, çok istesem muhtara yazık diye aklımdan geçirdiğimden orta bir yol düşündüm. Bu iş nasıl olsa akşama kalmaz, bitirir, aldığım parayla İzmir’in yolunu tutarım. Bir hafta o parayla geçinirim diye içimden hayal kurdum. O esnada muhtar ve öğretmen de geldi. Abdurrahman Amca bana bir balta bulmaya gitti. Ben de depodaki odunları bahçeye çıkardım. İşe başladım. Önce ince odunları kırdım. Baltayı salladıkça bu işin o kadar kolay olmadığını anladım. Fakat işin sonunda kırk lira almak vardı. Muhtar ve öğretmen
—Haydi, kolay gelsin dedi. Sen bu odunları iki günde bitirirsin dediler.
—Akşama bir şey kalmaz dedim. Muhtar gülümsedi.
O gün akşama kadar çalıştım. Dışarı çıkardığım odunların yarısı daha duruyordu. Akşam cami odasının yolunu tutum. Sanki yeni yetme bir kızın sopayla dövdüğü eski halı gibiydim. Bugün imam gelmedi. Yemeği Abdurrahman Amca ile yedik. Deştiman ellerime baktı. Çorak tarla gibi yarılmıştı. Özel dolabından bir krem çıkarıp, bulduğu bezle sardı.
—Yarın kendine dikkat et. Eline bez sar, dedi. O akşam yatağımda kıvrandım durdum. Sabah erkenden odun kırmaya gittim. Öğretmenin annesi kuşluk vakti çayla kurabiye getirdi.
–Vah yavrum kendine yazık etmişsin. Sanırım bu işi ilk kez yapıyorsun. Öğretmene söyleyeyim, senin elini sarsın. Üçüncü günü de işe devam ettim. Akşamüzeri muhtarla deştiman çıkageldi. Odunların çoğu bitti. Fakat iki kütüğe hiç dokunmamıştım. Ertesi günü muhtar odun kırma işini bıraksın demiş. Kahvaltıdan sonra Abdurrahman Amca muhtarın verdiği elli lirayı bana uzatırken; -Senin için muhtardan on lira daha kopardım. Gitmeye hazırlanırken, ben de arazileri dolaşmaya gideceğim. Yola çıkacaksan beraber gideriz. Kalacaksan akşama görüşürüz. Buralarda banyo yapamadığımı şehre varıp, hamama gideceğimi söyledim. Manisa şosesine birlikte indik. Kır bekçisi ile vedalaştık. Araba beklemeden yaya yürümeye karar verdim.
Deştiman bana büyük iyilik yapmıştı. Böyle adamlar milletin vekili olmalı diye düşündüm. İş de olur, adalet de yakışır. Ellerim acıdan sızlıyordu, olsun. Cebimdeki para ise içimi ısıtıyordu. Kimsecikler yoktu. Karşıdaki dereye doğru bağırdım.
—Ey Allahım her köye, her kasabaya bir Abdurrahman ver!
(\*) Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlüğü, 2.C. s.1183